Hikayeni yeni ve küçük bir dünya üzerine kur. Belirgin ve kesin ol. Bizi daha önce görmediğimiz bir yere götür. İzleyicinin gerçekten özgün ve yeni bir deneyim yaşamalarını sağla.
Bir düşün: hikayelerden biri herhangi bir metropolüm herhangi bir caddesinde geçerken diğeri Mariana çukuruna konuşlanmış bir denizaltında geçiyor. Çok açık ki daha küçük olan dünya denizaltıdır. Denizaltı çok özel ve belirgin bir mekan olduğu için, bize karmaşık ve farklı deneyimler aktarma fırsatı sunacaktır.
James Cameron’ın Avatar filmini ele alalım. Hikaye, dört metrelik Na’vi ırkının yaşadığı, uçan dağların ve altı ayaklı yırtıcı yaratıkların bulunduğu, Alpha Centauri yıldız sisteminde yer alan dünya benzeri bir gezegen olan 2154 Pandora’da geçmektedir. İşte bu hem yeni hem de farklı. İşte bu altın kadar değerli bir madendir.
Hiçbir zaman hikayenin tanıdık olmasını kafana takma. Avatar, Kurtlarla Dans’ın uzayda geçen halidir. Kurtlarla Dans ise Pocahontas’ın Western uyarlamasıdır. Pocahontas ise tarih kitaplarına bakılırsa gerçek bir hikayedir.
Bu üç filmin hikayelerinin aynı olduğunu fark etmek gerçekten de çok zor bir iş sayılmaz: medeni dünyadan bir asker yerli halkın güvenini kazanır, kabile reisinin kızına aşık olur, kabile halkıyla dost olur. Derken, eski dünyasına dönmek ya da yeni ailesiyle birlikte eski dünyasına karşı savaşmak arasında karar vermek zorunda kalır.
Bunun olması çok doğal çünkü senaristler olarak aslında aynı hikayeleri anlatır dururuz. Romeo ve Juliet’in kaç farlı uyarlaması olduğunu bir düşünün.
Aynı hikaye, yeni karakter ayrıntıları ancak hikayenin dünyası değiştiğinde bambaşka bir film elde edersiniz.