“İzleyiciye açıklama yapmayız çünkü bu onları gözlemci konumuna sokar. Onlara bilgiyi yavaş yavaş verirseniz eğer onları katılımcı olarak dahil etmiş olursunuz. İşte bu noktadan sonra karakterlerle beraber onlar da aynı deneyimi yaşadıklarını zannederler.” – Bill Wittliff
Çoğu yönüyle tiyatro sözlü bir hikaye anlatımı geleneğidir. Dolayısıyla tiyatro yönetmeninin, tüm oyunu karşılıklı konuşan karakterler üzerine kurarak aktarması çok da olağandışı bir şey değildir. Ancak sinema görsel bir sanattır ve senaristin de yazarken sinematografik düşünmesi gerekmektedir. Karakterin ne düşündüğü ile ilgili bir kaç açıklama yazıp işini bitiremez. Sadece bizim de görebileceğimiz şeyleri yazabilir çünkü bir filmde karakterin ne dediğinin bir önemi yoktur. Filmde önemli olan ve hikayeyi kavramamıza sebep olan şey karakterin eylem ve tavırlarıdır.
O eski klişe her zaman doğrudur: lafa değil icraate bakacaksın. Söz konusu icraati ya da aksiyonu sinemasal bir şekilde aktarabilmek ise senaristin görevidir. Bu egzotik mekanlarda geçen, hızlı arabaların birbirini kovaladığı ve her sahnenin sonunda mutlaka bir patlama olacak anlamına gelmemeli.(Yazın gösterime girecek aksiyon dolu bir gişe filmi yazıyorsanız durum değişir). Tür ne olursa olsun yazdıklarınızın görsel bir dille aktarılması gerekir.
Diyelim ki karakter üzerine kurulu bir bağımsız film senaryosu yazıyorsunuz. Gerekli açıklamaları karşılıklı bir konuşma esnasında aktarabilirsiniz ancak bunu iki kişi yemek masasında oturuken, farklı mekanlarda telefonla konuşurken ya da öğle arasında ofiste otururken gerçekleşmesinden kaçınmanız gerekir. Çünkü tüm bu sahneler, durağan sahnelerdir. Aynı konuşmayı, parkta koşmakta olan iki karakterin tartışması sırasında ya da biri geç bir saate rağmen işte çalışırken ve diğeri trafiğe takıldığı için sinirli olduğu bir durumda aktarırsan ister istemez sahneye bir heyecan ve sürükleyicilik katmış olacaksın.
Unutma, film görsel bir sanattır. Her durumda, sahnenin içeriği ne olursa olsun, sözle aktarmak yerine göstermeyi tercih etmelisin.